Simon IV
Yusuf MİRZANLI
Kenan göl kıyısındaki boş taxi durağına girdi. Oldukça
sıcak hava bitkin düşürmüştü. Taxisisni duragın en sonuna park etti. Yirmi sene
önce tanıştığı gölün etrafını dolaşmaya çıktı. Kentin Doğu kesiminden Margit’le
birlikte buraya taşınmış, oğulları burada doğmuş ve haala da, ayrılmalarına
karşın, ikisi de bu semmte oturuyorlardı. O zamanlar sakindi bu mahalle. Yüzde
doksanı Almandı, CDU’nun kalesiydi buralar. İşyerleri kapandıkça, diğer
semtlerden, diğer ülkelerden yabancılar taşındıkça, onlarla beraber alkolikler,
uyuşturucu kullanıcıları da türemeye başlamış, gölün yüzeyi, plastik, bira
şişeleri ve etrafı insan kalabalığından geçilmez olmuştu. Anacaddenin üzerindeki
Alman dükkanlarının yüzde kırkı yabancılara aitti artık.
‘Önce esnafları gelir, ardından kriminalleri. Polonya’lılar yetmiyor, şimdi
de Romenler, Bulgaristan’nın köylüleri ortalığı doldurdular. Her marketin,
bankanın önünde kadrolu bir dilenci türedi. Bu semtten, bu şehirden taşınmalı...’
kendi kendine konuşurken, bej renkli kargo pantolonun yan cebinndeki telefonun
çalmasıyla irkildi. Arayan oğlu Simon-Sidar’dı. Daha ağzını açmadan karşıdan
gülme ile karışık,
‘Papa yeterince para kazandınmı?’
‘Evet, niye sordun?’
‘Şaka yapıyorum, nasılsın, bir haftadır sesin çıkmıyor?’
Bu sorulu konuşmalara cevap vermekten bıkıp, oğlunun asıl meseleye
gelmesini sabırla beklerken, Simon nihayet imana geldi.
‘Papaaa, benim şefi, yani İranlı Dara’yı biliyorsun, sana anlatmıştım...
senden biraz bahsettim kendisine, mutlaka tanışmak istiyor. Boş bir zamanında
uğra da, hayranının merağını gider.’
Anlatma tarzına bakılırsa oğlunun keyfi yerindeydi. ‘Demekki bugün annesi
ile atışmamış. Hıyar bazen taş gibi suskun. Sorunlarından da bahsetmez. Margit derslerine
yeterince ilgi göstermediğini, geç saatlere kadar oyun oynadığını söylüyor. Ne
olacak senin oğlun da sana benzer. Sen de lisedeyken eve kitapları bırakıp,
akşama kadar senin gibilerle aylak, aylak dolaşıp, siyaset yapardın. Kendine
hayrın yokken ülkeyi değiştirmeye inandırmıştın. Beş general darbe yapıp,
sizleri taa buralara kadar kovaladı. Herhangi bir işte de dikiş tutturamadın,
bu taxicilik de olmasa sosyal yardımla geçineceksin...bu ev meselesini de biran
önce hal etmeli. Yeni hatun birlikte oturmayı önerip duruyor... Huylarımız, zevklerimiz
birbirinin aynısı, ancak birlikte oturunca sorun çıkacak. Tecrübe konuşuyor
burada. Doktor hanım birkaç yıl daha beklesin...’
Kendine, kendisini yeniden tarif ederken, durağa gelmiş olduğunu fark etti.
Sırada tam beş taxi vardı. Arabaya girip, henüz bitiremediği Halil Cibran’ın
öykü kitabını eline aldı. Ermiş’in hikayesi çok etkileyiciydi. Yaprakları
çevirip kaldığı yeri buldu.
Hava gene mevsim normallerinin üzerinde ancak pasaj görünmeyen
dev klimaların sayesinde oldukça serin. Sıcaktan bunalmış insanlar sinek sürüsü
gibi dev tren istasiyonu üzerine kurulmuş alışveriş merkezine hücüm ediyor. Yayıldıkları
sınırlı sayıdaki bankları, girdikleri dükkanları terketmek istemiyor.
Simon ve Dara küçük masanın başına oturmuş, sohbet ediyorlar. Bitmeyen konu
yabancılar. Her defasında Simon nasılsa lafı buraya getiriyor, İranlı’nın
görüşlerini dinlemek, kendisininkilerle karşılaştırmak istiyor.
‘Bu yabancı kadınlar neden bu kadar çok çocuk yapıyorlar?’
Bu soru üzerine elinde yıllardır okuduğu gazetesini katlayıp masanın
üzerine atan Dara,
‘Dördüncü sayfada Alman nüfüsün on yıl sonra yüzde altmışının emekli olup
çalışmayacağı yazılı. Almanlar çocuk yapmayı sevmiyorlar. Ne olacak bu ülkenin
hali?’
İçinde vurucu bir soru barındıran bu cevap karşısında Simon baltayı taşa
vurduğunu hissedip bir kaç dakika sustuktan sonra, yavaşça sandalyede doğrulup kendini
ne olursa olsun savunmak zorunda olduğuna karar vererek.
‘Bu ülkede yüksek çocuk parası, çocuklulara verilen ev yardımları
olmasaydı, o zaman görürdük senin yabancılar ne kadar çocuk yaparlardı. Bu
sayede aldıkları yardımları biriktirip lüks arabalar, ülkelerinde evler alıyor.
Keşke çocukların gelişimi için harcasalar... sen niye sadece iki çocuk yaptın?’
Bu uzun cümlelere cevap vermek için genzini temizleyip, tam söze
girecekken, elinde kağıt mendille çıplak kafasındaki terini silerek içeriye
giren kendi yaşlarındaki adamı gören Dara susup adama doğru seğirterek,
‘Buyrun, Siz’e nasıl yardımcı olabilirim?’ cümlesini tamamlarken, içinden,
‘bugün hep sonu soru ile biten konuşmalar yaptık’ diye geçirirken, gözlerinin
kapaklarındaki terleri silmekle meşgul olan adam inler gibi bir sesle,
‘Ben Simon Sidar’ın babasıyım.’
Dara’nın yüzü birden değişiyor, yüzüne o tanıdık gülümseme yayılıyor. Elini
uzatırken kendi yerine buyur ediyor. Simon da kalkıp babası ile öpüşüp, yerine
patronunu oturması için davet ediyor. Dara’nın cüzdanından çıkardığı on Euro
elinde, yandaki kafeteryadan portakal suyu alıp iki adamın arasına koyduktan
sonra, kasanın arkasına geçip, gözleri ve kulakları ile sohbeti takip ediyor.
Birkaç dakika içinde birbirlerini ilk defa gören bu iki karakafalının kırk
yıllık dostlar gibi, senli benli sohbet etmelerine hayret ediyor. Konuşma
esnasında Dara’nın Şah’a karşı yıllarca gizli örgütlerde, Almanya’ya
üniversiteye gittiğnde mücadele etmesini, İslami Cumhuriyet’in kuruluşunda
solcuların payını anlatıp, nasıl kıyıldıklarını ve pişmanlıklarını bir itiraf
gibi dile getiriyor. Kenan’ın seksenli yıllarda askeri rejim altında nasıl
gizli faaliyetler yürütüp, sonunda yurtdışına çıkışını ayrıntıları ile
dinleyince hüzünleniyor. Bu iki adamın yaşamlarının boş geçmediğine inanıp, onlara
saygısı biraz daha artıyor. İçinden, ‘ah bütün yabancılar bu ikisi gibi olsa’
diye geçirirken, baba ayağa kalkıp gitmek için izin istiyor. Dara önce
hararetle Kenan’ın elini sıkıp, sonra boynuna sarılıp yanaklarından öpüp, gene
gelmesini istiyor. Simon arkasına büzüldüğü tezgahtan çıkıp, babasını kapıya
doğru uğurlarken, Patron’un sesine ikisi de dönüp gülümsüyorlar.
‘Üniversite yıllarında ben de ekmeğimi taksiden kazandım.’
Simon her hafta babası ile buluştuğu kahveye hızlı
adımlarla ilerledi. Adı Fransızca, sahiplerinin Türkiyeli, kentin birkaç
semtinde şubeleri bulunan mekanda, herzamanki yerinde, arkasını duvara dayamış,
gözleri ile bir scanner gibi etrafı tarıyor. Bu arkasını sağlama alma alışkanlığını
gençlik yıllarında, rakipleri Bozkurtların kahve taramalarından ötürü edindiği
bir alışkanlık olduğunu söylemişti papa. Gene biraz geç kalmıştı. Anne’den
edindiği banyoda uzun kalma, kendini defalarca kontrol etme alışkanlığı. Babası
tam tersi, Almanlardan bile daha pünklich (dakik).
Oğlu içeri girince, geç kaldığını hatırlatırcasına Kenan saatine baktı, tek
bir kelime etmeden. Simon yerine daha oturmuşken, sanki onun gelmesini
beklermiş gibi üstünde önlü arkalı kahvenin adı yazılı kısakollu siyah tişört
ve aynı renkte pantolon giymiş sakallı genç garson bitti. Bu kahvenin erkek
elemanlarının hepsi aynı yaşta ve sakallı. Saçları yandan kısaltmış, üst tarafı
papaganı andıran modelleriyle fotokopi gibi çoğaltılmış geliyordu Simon’a. Garson
istediğini elde etmiş bir sevgili gibi memnun uzaklaşırken, babasının somurtgan
yüzünden, anlamsız bakışlarından birşeyler çıkarmaya çalıştı. Papa’nın üzüldüğü
bir durum var diye geçirdi içinden. Yoksa hep söze o başlar, nereden buluyorsa
komik sözlerle güldürürdü oğlunu. Daha fazla dayanamıyacaktı. Tam Papa derken,
sağ taraftan gelen garsonun buyrun sözleri ile irkilerek sustu. Tabaklar,
bardaklar masanın üzerine dizildi, Simon derin bir nefes alıp, sandalyesinden
yuvarlak masaya hafifçe eğilir vaziyette,
‘Bir durum mu var Papa?’
Kenan soruyu anlamamış gibi birkaç saniye istifini bozmadı, uzaklara bir yerlere
diktiği bakışlarını ve düşüncelerini acele etmeden geri çağırdıktan sonra
direkt oğlunun kahverengi gözlerine dikerek,
‘Duymadınmı...düngece Hanau’da olanları?’
Üzerine dikili bakışların yarattığı şaşkınlığı henüz üzerinden atamamış,
tek kelime ile cevapladı Simon.
‘Hayır.’
Sanki hatırlaması için oğluna zaman bırakıyormuş gibi susmaya devam etti
Papa. Önündeki koca bardaktan sıcak bir yudum aldı. Çay boğazını, yemek
borusunu hafifçe yakıp mideye inerken, Margit’in,’ böyle sıcak çayı içersen
boğaz kanseri olursun’ sözleri aklına gelince bakışlarını oğlunun henüz
üzerinde duman tüten bardağına dönderdi. Tam tersine Sidar hep çayını en sona,
sidik gibi ılık olunca içerdi. Demek ki annesinden öğrenmiş diye düşündü, ne
anlar bunlar çaydan diye mırıldandı. Biryerlerine çivi batmış gibi yerinde
kıvrandıktan sonra, soran gözlerle bakan oğluna yeniden soğuk bakışlarını
dikerek,
‘Seninkilerden biri, yani bir Nazi dün gece iki nargile barı basıp, dokuz kişiyi
öldürdükten, sonra önce annesini, sonra da kendisini öbür tarafa yolladı...’
Son sözlere, hele kendisini de suçlayarak konuşan babasına, elindeki çatalı
tabağın kenarına bıraktıktan sonra, çıkan sesi dinlemek istermiş gibi birkaç
saniye susup, tıpkı babasının baktığı gibi direkt, etrafı iyi uyunmadığı için
kahverengi halkaları belirgin, kendisininkine benzeyen gözlere dikerek,
‘Papa yanılıyorsun...ben Nazi değilim. Doğru, bu kadar çok yabancının
gelmesine karşıyım ancak ben sorunların şiddetle çözüleceğine inanmam ve
taraftar değilim. Beni nasıl o aptal ırkıçı ile aynı safta görürsün...unuttunmu
biz Kürtlere yüzyıllardır yapılanları..tümü ırkçı korkuların sonucu.’
Bu uzun cevaptan sonra Simon Sidar önündeki pizzayı yemeği bırakıp,
karşısında oturan papanın omuzları üzerinden uzaklara, o anda alçaktan uçan bir
uçağın geride bıraktığı ize takıldı.
Kenan biraz sert mi çıktım diye düşündü, olayı biraz yumuşatmak için bu
defa önündeki bardağa bakarak mırıldanır gibi,
‘Düşün bir, o barda sen de, bende olabilirdik...biliyormusun ölmeden önce
internette yayınladığı videoda, (burada durup, oğlunun dikkatini çekmesi için
bekledi. Sidar biraz dargın bir yüzle kendisine bakınca kaldığı yerden
sürdürdü) Almanların en üstün, en güzel halk olduğunu, diğer insanların
öldürülmesini öneriyor bu kafayı yemiş.’
Simon artık yorum yapmıyordu. Papa’nın işi, Dara ile ilgili sorduğu birkaç
soruya kaçamak cevaplar verdikten sonra gitmek için kalktı.
Dışarıda hava serindi. Üstündeki montun fermuraını sıkıca çekti. Elinde
kaskı motorsikletine doğru yürürken kafasının içi karmakarışıktı. Kendisini hiç
yalnız bırakmamış babası, arasıra birlikte Belçika birası içmeye gittikleri
papanın yaşındaki hoş sohbet Fransız terapist, kendisine hep dostça davranan,
her hafta hakettiğinden fazla para veren İranlı ve arkadaş olduğu güzel kızı
Parwin. Ya annesinin geçen günki tartışmada söylediği itiraf gibi sözler...dedesi
Manfred’de aslında baskılara dayanamayıp, Hristiyan olan Yahudi bir aileden geliyormuş...bu kadarı artık
fazla...hepsi de beni seven insanlar ve yabancı...’ben kimim? ‘ diye bağırdı
sağ eliyle anahtarı dönderirken.
son
Kommentare
Kommentar veröffentlichen
Görüş