Jeder kann hier schreiben, veröffentlichen / Bu sayfalar herkese açık
Simon III
Yusuf MİRZANLI
Alışveriş
merkezinin bulunduğu meydana çıktı. Daha iyi bakmak için gözlüklerini çıkarıp,
beyaz tişörtü ile silmek için durdu. Ortalık bu sıcakta bile insan kaynıyordu.
Kendi yaşıtları yabancı gençler gruplar halinde, amaçsızca turlarken, küçük çocuklar
gibi birbirlerine vuruyor, bağırarak konuşuyorlardı. Daha yirmisinde bile
olmayan başı kapalı genç kadınlar enaz
üç çocukla ortalıkta dolanıyor, tüketim gemisine doğru bebek arabalarını
sürüklüyor, ellerinden tuttukları çocukların ağlama, vıyaklamalarına arada bir
kendi dillerinde bağırarak azarlıyorlardı. Bir iki dakika susan çocuk, bu defa
yeniden ve yüksek perdeden başlıyordu. Simon sanki başka bir dünyadaydı. Biran
önce metroya inmek için hızlandı. Tam girişte, karşıdan gelen bir grup karakafalı
gençlerden ikisi ona çarpıp, gene o gürültülü halleri ile arkalarına bakmadan
yürüdüler. Ne bir özür, ne pardon. Nerdeyse yere düşüreceklerdi. Dikkatlice
yürüyen merdivenlere doğru yürürken, lisede de böyle tipler çoktu, yapacak bir
şey yok diye düşündü. Trenin gelmesine henüz sekiz dakika vardı. Önünde
dikildiği gazetecideki o günün başlıklarına göz gezdirdi. Almanya’nın en çok
satan bulvar gazetesi ‘Resim’ deki iri puntolarla atılan, ‘Her üç Suriyel
mülteci iş buluyor’ başlığını okuyunca, ‘Yalancı basın’ diye bağırdı. Bakışlar
ona dönmüştü. Kimisi gülüyor, bazıları ise işaret parmaklarını alınlarına
götürerek, ‘kaçık’ işareti yapıyorlardı. Söylediğinin farkına varınca kızardı.
Sırtından ince bir ter akmaya başladı. Bu Nazilerin Alman basınına karşı yürüyüşlerde
attıkları sloganlarıydı. Ya birkaç metre ileride dikilen, giyimi ile anarşiştleri
andıran şu iki genç Alman kendisini ‘’Pis Nazi’ diyerek temiz bir dövselerdi!
Neyse oralı olmamışlardı. Ya aldıkları esrarla işin farkına varmamış, ya da
duymamışlardı. Etrafına bakarak perona yaklaşan trene yürüdü. Yerine otururken,
‘hep bu takıntılarım yüzünden. İlaca gerek kalmadı, ancak haala olur olmaz
yerde ve zamanda içimden geçeni yüksek sesle alenen söylemeyi engelleyemiyorum.
Daha dikkatli olmalıyım’ diye kendi, kendine mırıldanırken o anda içeriye çocuk
arabasını içeriye sokmakta zorlanan bir Afrikalı kadına kalkıp yerdım etti.
Tren kalkma sinyali verip, kapılar kapanırken, kendisine gülümsiyerek teşekkür
eden genç anneye oturması için yerini verdi.
Kenan her zamanki taksi durağında, bej renkli Mercedesin içinde, önünde
sıralanan dört arabanın dolup, sıranın kendisine gelmesini bekliyordu. Biraz
ileride bulunan, etrafı atkestanesi ağaçları ile çevrili gölden esen yel, serinlemeye yetmediği için klimayı da açmış,
elindeki Almanca gazeteyi okuyordu. Birden yanıbaşında duyduğu merhaba ile
dalgınlığından sıyrıldı. Margit omuzunda ağzına kadar dolu o herzamanki siyah,
ağır sırt çantası, elinde bisikleti, bir üniforma gibi giydiği kot pantolon ve
enine çizgili tişörtü ile sırıtıyordu. Eski karısının yanında dikilmeye devam ettiğini görünce,
mutlaka bir derdi vardır diye düşündü. Üzerine basmıstı. Margit kıyafetleri
gibi değiştirmediği, grileşmiş, ensesine kadar inen herzamanki saç modeli yığınını
arkaya doğru iterken,
‘Oğlun beni hiç takmıyor...sözünün burasında birkaç saniye Kenan’ın
tepkisini ölçmek için durdu, umudu kesince sesini biraz daha
ciddileştirerek...yoksa sen mi onu kışkırtıyorsun?’
Ne demeliydi şimdi karşısında duran, onbir yılını birlikte geçirdiği bu
kadına. En iyisi susmak diye geçiriken içinden, dayanamayıp soruya karşılık
soru ile başladı söze.
‘Simon mu söyledi?’
Konuştuğuna birden pişman olmuş gibi, bisikletin frenlerini birkaç kere
sıkıp bırakan Margit,
‘Hayır, benim düşüncem...senle her buluşmasından sonra bana karşı
sertleşiyor... senin gibi maço, yanına alsana, evin musait.’
‘Sana kaç sefer söyliyeceğim, benimle kalmak istemiyor.’
‘Tabi...tabi babasını üzmek istemiyor’ sözlerini peşe, peşe sıraladıktan
sonra, eyvallah demeden bisikletine atlayıp hırsla pedalleri çevirdi.
Birlikte yıllar geçirdiği karısının ardından gözden kaybolana kadar bakan Kenan, karşısında biri
varmış gibi, yüksek sesle, ‘Ulan ne diye bütün çatlaklar beni buluyor! Tam beş
sene o şişko Nikol’dan çektim. O akrabam olacak hıyarın sevgilisinin
arkadaşıydı. O tanıştırmasaydı işkence dolu yıllar olmayacaktı...cuntanın
zülmünden kaç, buralara gel, tembel, pasaklı, sosyal yardımdan geçinen üç çocuk
annesi kadınla kal. Sebepte, başka eyalete gönderilmen, seninde gitmek
istemeyişin. Oturum ve çalışma müsadesi için çekilirmiydi... Tam bir sinir
törpüsünden kurtuldum derken, bu temizlik, düzen hastası ve birlikte yaşadığı
insanlara sürekli batan bir diken gibi davranan Margit’i bul. Ben oğlumu
tembihliyormuşum...oturup bir düşünsene, senin büyük oğlun on senedir senle
görüşmüyor, biraz düşün...’
Birden yeni bir kadın sesi ile susutu, gene Margit ise, ağzına geleni
sayacaktı. Tam sesin geldiği yine dönerken arabanın arka kapısı açıldı. Yaşlıca
bir kadın, sorulmadan gideceği adresi söyledi. Kenan dönüp sıranın kendisinde
olmadığını söyledi. İyi giyimli, kucağında küçük bir köpeği tutan kadın,
‘Baksanıza, önünüzde hiç taksi yok.’
Simon işine ve Dara’ya çabuk alışmıştı. Patronu kendisine sanki oğluymuş gibi
davranıyordu. Babasının Kürt olduğunu açıkladığı birgün, Dara de annesinin
İranlı bir Kürt olduğunu belirtmesi, birbirlerine sempatilerini arttırmış,
ancak işveren çalışan ikileminin getirdiği ince sınır çizgisini her iki taraf
da korumuştu. Bu Nuhun Gemisi’ne benzeyen, kirli, pasaklı, gürültülü semte
henüz alışamamıştı. İşten çıkışta hızlı adımlarla metroya inip, trenin
gelmesini beklerken, geçmeyen dakikalarda karakafalı gençlerin birkaç metre
ilerisinde yaptıkları gürültülü hareketlere, normalde yolcuların oturması için konulan
sıralara sızıp uzanmış Doğu Avrupalı serserilere, sırtını duvara dayayıp
kendisini güvenceye aldıktan sonra kaçamak bakışlarla etrafı süzüyordu. Gene
böyle birgünde, gardını almış metroyu bekliyordu. Gece klüpleri, yirmi dört saat
eğlencenin eksik olmadığı bu şehirde, giderek artan nüfüs nedeniyle kamu
hizmetlerinin rayından çıktığı bir dönemden geçiliyordu. Yeni yayınlanan
istatistiklerde, bir yıl önceki olaylarda kent Almanya’nın en çok cinayet
işlenen eyaleti ünvanını almıştı. Simon cep telefonundan NTV kanalının
haberlerini okurken, birden höpörlörden yüksek tonda yapılan anonsla trenin
bilmem ne istasiyonunda arızalanıp geç geleceğini duydu. İçinden küfürler
salladı. Neyseki geçen seferki gibi yüksek sesle söylenmemişti. Pozisiyonunu yeniden
alarak telefonundaki mesajlara bakınırken, önünden geçen yirmili yaşlarda,
Türkiyelilere benzeyen ikisi oldukça makyajlı kız, dört genç hararetli
birşeyler anlatarak önünden geçerken, içlerinden biri, kıvırcık saçlarına jöle
sürmüş, dizleri yırtık oldukça dar siyah bir kot pantolon ve ayağında
kıpkırmızı bir spor ayakkabı olan, kısa boylu, geniş omuzlu olanı birkaç saniye
ona baktı. Gözgöze geldiler. İkisi de nasıl davranacaklarını düşünürken, ikinci
erkek yürü anlamında bir omuz atınca, arkasına bakarak önündeki kızlardan uzun
siyah saçları beline kadar inen, kısa boyu ile bir poni atını andırana
birşeyler anlatarak, adımlarını diğerlerine uydurup grupla birlikte uzaklaştı.
Simon’nun kalp atışları haala dinmemişti. O genç neden böyle pis, pis
bakmıştı. Elindeki telefonamı, yoksa kendisine mi takmıştı...yoksa ortaokuldan
tanıdığı biri mi...papayı dinleyip, karate kursunu bırakmasaydı iyi
olurdu...papa da çok şey istiyordu...Kürtlerle, sosyal haklarla ilgili toplantılara,
gösterilere gelmesini söyleyip duruyordu. Oysa oğlu düzenden memnundu ayrıca yürüyüşlerle
birşeylerin değişmeyeceğine inanıyordu. Ondört yaşına kadar o gürültülü,
müzikli kalabalık mitinglere sık sık katılmış, bazen de önlere fırlayıp pankart
veya flama taşımıştı. Ya şimdi! Kendisine göre sert bir yöneticinin iktidara
gelip, mama lakaplı başbakanın yaptığı pislikleri temizlemesi, o ünlü Alman
disiplinini tekrar uygulaması gerekiyordu. İşe önce Suriyeli ilticacıları
göndermekle başlamalı sonra en küçük bir suç işleyen diğerlerini de ülkelerine
postalanmalıydı. Bunları bir kere o uzun park yürüyüşünde papaya anlatınca,
öfke ile kendisini küçük Hitler diye suçlamıştı. Birkaç hafta süren bir
dargınlıktan sonra, yavaş, yavaş aradaki buzlar erimişti. Acaba papayı
sevindirmek için herhangi bir sol gruba katılması iyimi olurdu! İçinden
gelmiyordu, onları içki ve esrar içen, pis giyimli zevzekler olarak görüyor, her
yerde olduğu gibi üniversitede bol miktarda mevcuttular. Nedense, bu tiplerin
etrafında da kendilerine benzeyen bol miktarda kızlar her zaman vardı.
‘Buyrun Sizin için neyapabilirim?’
Kız bu sözlere gülümsemesini sürdürerek,
‘Benim için birşey yapmanıza gerek yok. İşim şefinizle, yoksa haala
gelmedimi, ne tembellik bu?’
Simon bu kısa konuşmadan sonra kızın herhangi biri olmadığını anlayıp, tam
cevap verecekken, karşısındaki tekrar lafa girdi.
‘Ben kızıyım. Benim bu saate geleceğimi biliyordu, giderken birşey
demedimi?’
Bu apansız gelen misafirin yarattığı şaşkınlığı üzerinden atmaya
çalışırken, kıza oturması için sandalyeyi gösterdi.
‘Haberi varsa, birazdan gelir. İsterseniz telefon edeyim?’
Sırt çantasını oturduğu sandalyenin kenarına asmakla uğraşan kız,
‘Biraz beklerim, ondan sonra ararız. Benim adım Julia Parwin, Sizin adınız
da Simon olacak. Babam bahsetmiş, övmüştü yeni yardımcısını.’
Son sözler Simon’u gururlandırmış, yarım kalan işini bitirmek için raflara
doğru yürürken, kız sohbeti sürdürüyordu.
Aradan yarım saat geçmiş, kapıda Dara elinde portakal suyu şişesi ve küçük
bir paket önce kapının camına yansıyan sülieti sonra kendisi içeri girmiş,
kızını görünce Farsça konuşmaya başlamıştı. Birkaç dakika oturduktan sonra,
getirdiklerini tezgahın arkasında dikilen Simon’a uzatıp, ben birazdan gelirim
deyip, kızı ile uzun alışveriş paşajında kaybolmuştu. Baba gelene kadar Julia,
bir saat ilerideki Frankfurt Oder kentinde hukuk okuduğunu, bir yıl sonra
diplomasını yazmaya başlıyacağını, hergün trenle gidip geldiğini kısa
sohbetlerinde sıralamıştı. Simon haala kızın ayrılırken sıktığı eline bakarken,
kapı gongunun çalması ile içeri giren yaşlı bir kadın ve yanındaki onbeş
yaşlarındaki erkek çocuğa doğru yürümek için yerinden kalktı. O anda gıcırdayan
sandalyeye tekme atmamak için kendini zor tuttu. Patronu ikna edip, sandalyeyi
biran önce defetmeliydi.
Üniversite başlamıştı, Simon sadece cuma ve cumaertesi çalışabiliyordu. Cuma günüydü, insanlar sanki birdaha dükkanlar açılmayacakmış gibi alışveriş merkezinin üç katlı pasajlarına hücüm etmişlerdi. Elektronik ve yiyecek magazaları doluydu. Dara da birkaç pantolon daha fazla satmıştı. Öğle yemeği için pasajdaki dönerciden getirilen yemeklerini ve ayranı, tek kişinin ancak sığabildiği mutfakta sırayla yemiş, cam sehpanın her iki tarafındaki sandalyelere kurulmuşlardı. Simon tuaf bir çelişki içindeydi,‘acaba sorsam mı’ diye içinden tekrarlayıp duruyordu. Daha fazla dayanamadı.
‘Dara amca...’
O anda elindeki çok sayfalı, okumakla bir günde bitmeyen, sıradan
insanların ‘memur gazetesi’ olarak nitelendirdikleri Tages Spiegel okumakla
meşgul Dara, hiç beklemediği bu hitap karşısında şaşırarak yardımcısına
dönderdi sandalyesini. Böyle konuştuğuna göre, önemli bir konunun başlangıcı
olabilirdi bu kısa sesleniş.
‘Hayrola Simon! Sen bugüne kadar bana böyle hitap etmezdin?’
‘Doğru...ben küçükken babamla bir yere giderken, bana hep büyüklere ya
amca, ya da teyze de diye tembih eder, ben de hınzırlık olsun diye, tanıdık
biri ile karşılaştığımızda, bu kişinin de amcam veya teyzem olduğunu sorar,
babamın evet demesini bekler, ondan sonra görevimi yerine getirirdim. Amca veya
teyze demekle, karşı insanın bir nevi güvencesini ve sevgisini kazandığımı
söylerdi. Almanya’da ise tam tersi. Karşındaki deden yaşında da olsa, akraban
değilse ön ismi ile hitab ediyorsun. İran’da nasıl?’
Bu uzun cümlelerden sonra, Dara yardımcısının kendisi ile sohbet etmek
istediğini hisedip, elindeki gazeteyi ortadaki sehpaya bıraktı.
‘Bizde de aynı, Anadoludaki gibi. Ben de çocuklarıma aynı önerilerde
bulunuyorum.’
Cevap karşısında şaşırmayan Simon, sadece öyle mi diye noktayı koydu.
Aslında sormak istediği konuya girmek istiyordu. Kendisine ‘bu kadar mı’ diye
ısrarla bakan kara gözlerin sahibinin merağını gidermek gerktiğine inandı.
‘Biliyorsun, Almanya’da onüç milyon yabancı yaşıyor, habire de geliyorlar.
Serbest bırakılsa yüzmilyonlar daha gelecek. Sence biraz fazla değilmi?’
Aniden soru şeklinde dile getirilen bu düşünce bir nevi sürpriz olmuştu.
Biraz zaman kazanmak için yerinden kalkıp, ısıtıcıdaki suyun altını açtı.
Fincanına bir çay poşeti koyup, yerine oturdu. Çayın demini alması için
elindeki kaşıkla karıştırırken,
‘Biraz önce gazetede aynı sorun üzerine iki görüş okudum. Biri ilticacı
akının burada beklenmeyen sorunlar yaratacağını, işveren temsilcilerinin ise
daha fazla çalışan insana ihtiyaç duyulduğunu söyleyip, hükümetin daha çok
ilticacı kabul etmesini talep ediyorlar. Kapitalist düzeni savunan sen ne
diyorsun.?’
‘Ben zaten başbakanın politikasına karşıyım. Hükümet için önemli değil.
Onların yaşadığı semtler, çevreleri ayrı. Biz sıradan vatandaşlar gelenlerin
her türlü pisliğini çekmek zorundayız.Yeterince Alman işsiz, onları kısa süreli
eğitip, ihtiyaç duyulan işlere koyabilirler.’
Konuşmasını bitiren Simon, sandalyenin arkasına yaslanıp, ‘top sende’ der
gibi sustu.
‘Milyonlarca işsiz için haklısın. İşverenlerin derdi, buraya gelenleri
henüz işleri olanları korkutup, daha ucuza çalıştırmak. Hükümette onların dediğini
yapmakla kendini sorumlu tutuyor. Yoksa humanistlik işin bahanesi. Ayrıca,
Suriye Savaşı’nı destekleyenlerin başında ülkemiz Almanya da var...’
Dara sözlerini bitirmeden susmak zorunda kalmıştı. O sırada karakafalı iki
genç müşteri içeri girmişti. Simon yerinden kalkıp gelenleri selamladıktan
sonra, gençlerin isteklerini sorup, onları çeşitli renklerde, boylarda
tişörtlerin olduğu raflara doğru götürürken içinden, yavşak herifler tam sizler
hakkında fikir yürütüyorduk, zamanında geldiniz diye geçirip, malları
gösterirken, babasının yaptığı gibi, bu iki zıpırın hangi milletten olabaileceklerini
tahmin için yüzlerini dikkatle incelemeye başladı.
Devamı haftaya
Kommentare
Kommentar veröffentlichen
Görüş