Simon II
Elinde, iç,dış kapıyı, posta kutusunu, yetmezmiş gibi binanın en alt
katında bulunan, bisikletlerin, kullanılmayan eşyaların konulduğu depoyu,
çamaşırhaneyi açan ve adını ‘sihirli nesne’ koyduğu anahtarla dördüncü kattaki evin
kahverenkli, ağır tahta kapısını açarken, içinden ‘inşallah bizim gözlüklü cadı
henüz işten gelmemiştir’ diye geçirdi. Dileği gerçekleşmemişti. Annesi her
zamanki yerinde, mutfaktaki yuvarlak, açık renk ağır masanın başında, sıklıkla
olduğu gibi elinde kahve fincanı oturmuş, kendisine bakıyordu. Bir gün önce,
gene aralarında alışveriş ve temizlik konusunda şiddetli bir kavga geçmişti.
Simon hiç oralı olmadan elindeki poşetle odasına kapandı. Üç yıl önce aldığı,
zamanla daha da güçlendirdiği bilgisayarını açtı. Annesinin sinir edici
yakınmaları duyuluyordu uzaklardan bir yerde. Gene çok uzaklardan bir yerlerde,
Amerika’dan, Kanada’dan ve dünyanın diğer ülkelerinden ingilizce konuşan, gece
geç saatlere kadar savaş oynayan arkadaşları onu bekliyordu. Annesi istediği
kadar bağımlı desin kendisine, umrunda değil. Mikrofonlu kulaklığı başına
taktı, önünde beliren tabeladaki oyunlardan birine tıkladı, herşeyi unutup,
sanal dünyada elinde makineli tüfeği çöldeki sığınağnda yerini alırken
‘kamarradları’ bağırarak, tok, metalik
erkek sesleri ile onu dünyanın her tarafından İngilizce olarak selamladılar.
Margit oğlunun selamsız sabahsız, mutfak kapısının önünden birkaç saniye
süren geçişi sonrası, hiptonize olmuş gibi birkaç dakika aynı noktaya takılıp
kaldı. Elindeki fincanın sıcaklığının farkına varınca, sert bir hareketle
önündeki masaya bıraktı. Bu dördüncü
kahveydi. Kalb atışları gene hızlanmıştı. ‘Oğlum beceremezse, bu meret beni
zıbartacak. Sanki babasının gölgesi. Maço ve sinirli...ben de ondan aşağı
değilim ya...’ Dayanamadı, sonunda kalkıp haala açık duran kahve makinasındaki
kahverengi sıvıyı beyaz porselen fincana doldurup, onun da üstüne biraz süt
koydu. Yerıne oturmak üzereyken, sandalyenin altına dökülmüş olan birkaç ekmek
kırıntısını gördü. Hemen elindeki kağıt peçeteyle toplarken, mırıldanmaya
başladı, ‘Mutlaka bu küçük maço dökmüştür! Babası da beni kızdırmak için, yapma
dedikçe, masanın üstüne, yere kırıntıları dökerdi...’ İşi bitince sandalyeye
çöküp, pencerenin önünde sıralanan çiçek saksılarına gururla karışık sevgi ile
baktı. Bu güzel bitkiler kendi eseriydi. Oğlu hiçbiri ile ilgilenmiyordu,
elinden gelse hepsini çöpe gönderirdi. Bakışlarını çiçeklerin üzerinden aşırıp,
pencereden öteye gönderdi. Dışarıda binanın boyu kadar uzun, bir aydır süren
sıcaklardan yaprakları sararan ıhlamır ağacından yayılan koku, yarı açık
pencereden, hafifçe esen rüzgarla içeri geliyordu. Ancak av köpeklerinde
bulunan koku alma yeteneği ile uzunca havayı kokladı. Tavanda, tam masanın
üzerinde asılı saksıya çarpmamaya dikkat ederek, öbür uçta duran, henüz okumaya
fırsat bulamadığı Berliner Zeitung gazetesine uzandı. Kendini bildi bileli bu
gazeteyi severek okurdu. Doğu Almanya henüz hayattayken evlerine hergün iki
gazete girerdi. Biri bu, diğeri partinin yayın organı Neues Deutschland. Babası
semtin polis komiseri olduğundan, partiye üye olmak zorundaydı. Ondan sonra
gazete de otomatikmen eve gönderilirdi. Ağır çini sobanın yanında el sürülmeden
birikir, kışın kömürü tutuşturmak için, diğer zamanlarda birşeyler sarmak için
kullanılırdı. Parti ve hükümet haberleri ile taşan bu basmakalıp, can sıkıcı
yayın organını kimse okumazdı. Ev halkı sadece Berliner Zeitung’a göz gezdirirdi.
Simon’un babasını da bu gazetede çıkan bir ilan sonucunda tanımıştı. Haala aklında.
Bir cumaertesi, kahvaltıdan sonra büyük oğlu Sebastian’ı posta kutusundaki gazeteyi
almaya göndermiş, biray sonra çnüne konan siyah beyaz gazeteyi elinde keyif
kahvesi, üstünde sabahlığı masaya sermiş, eş arayanlar sayfasını açınca, kalın
harflerle yazılmış ilan dikkatini çekmişti. Otuzbeş yaşında, yabancı bir erkek
kadın arkadaş arıyordu. İçinden bir bravo çekmişti. Duvarın daha yeni açıldığı,
Doğu Eyaletlerinde ırkçı saldırıların, yabancı avının tüm hızıyla sürdüğü
bugünlerde bu cesaret! Bu ‘kahramanı’ tanımalıydı. Üstelik kendisinden birkaç
santim uzun, zayıf biri olduğunu da yazmıştı. Hemen yerinden kalkıp,
çekmecelerden birinde, önemli günlerde, kenarları mavi çiçek motifleri ile
bezeli kağıtlardan birini ve dolmakalemini alıp, özenli bir yazı ile, ‘Adını
henüz bilmediğim cesaretli adama...’ Cevap üç gün içerisinde gelmişti. Bir
hafta sonrada adamın kendisi. Güneşli bir pazar günü, dördüncü kattaki iki
odalı evin zili çaldığında, kapıda elinde kağıda sarılı buket, tepesindeki
saçlar seyrekleşmiş, pos bıyıklı, bir çift kahverengi göz kendisine merhaba ben
Kenan demiş, elindeki çiçeklerin kağıdını çıkarmadan kendisine uzatmıştı. Oysa,
Almanya’da çiçeklerin kağıdı getiren tarafından çıkarılıp, sunulur. En iyi
bildiği peynirli pastayı yapmıştı. İkinci kahve fincanlarını içerlerken, onaltı
yaşındaki oğlu Sebastian, merdiven boşluğunda yarım bıraktığı bisikletini tamir
bahanesi ile ikisini başbaşa bırakmıştı. Birkaç yıldır mülteci olduğunu kötü bir
Almanca ile anlatan, lokmaları çiğnerken ağzını tam kapatmayan bu adamı
sempatik bulmuştu. Şimdiye kadar beraber olduğu erkekler nedense hep birkaç yıl
kendisinden büyüktü. Hele biri vardı ki neredeyse babasının yaşındaydı. Birkaç
ay süren birlikteliği, adamın karısına dönmesi ile sonuçlanmıştı. Kenan duysa
buna da okuduğu o psikolojik kitaplardan bir kulp bulur, korunma içgüdüsü veya
baba sendromu derdi. Ondan sonrası kendiliğinden gelmişti.
Elinde çaydanlık oturma odasındaki saksıları sulamış, güneşin hamama
çevirdiği küçük balkonda sıcaktan yaprakları sarkmış dizi, dizi çiçeklerin
toprağını kontrol ederken, arkadan gelen kalın bir sesle irkilimişti. Oğlu
biraz ileride dikilmiş, sert bir sesle, ona ön adı ile hitap edip, ne
pişirdiğini sormuş, mercimek çorbası cevabını alınca, bağırarak, ‘Genemi, ben
etli yemek istiyorum’ deyip hışımla odayı terketmişti. Kendisi yirmi senedir et
yemiyordu, oğlunun babasını da alıştırmıştı. Acaba yeniden başladımı... şu orta
çağdan kalma Margit isminden kurtulamadım. Babaannemin ismi. Babam takmış. Ne
onu ne de annesini sevdim. Evde sürekli patırtı. Annem her seferinde
ayrılacağını söyleyip duruyordu, haala beraberler. Ne sert adamdı...eve
geldiğinde ben ve iki erkek kardeşim sus, pus olurduk. Orta okulu bitirmiştim,
‘ülkenin çalışacak insanlara ihtiyacı var’ deyip, beni iki senelik meslek
okuluna kaydetti, sonunda da Ekonomi Bakanlı’ğına bağlı bir dairede
sekreterlik. Oysa ben üniversiteye gitmek istiyordum...
Kenan’la ilk aylardan sonra başlıyan, sonu gelmeyen tartışmalar onbir yılın
sonunda ayrılma ile bitmişti. Çocuktan ötürü sık, sık karşılaşmak zorunda
kalmış, sürekli heran kavga çıkar diye gerilimle beklemişti. Bana her
tartışmadan sonra, ‘Margit bir psikoloğa git’ derdi. Yoksa haklımıydı! En büyük
eğlencesi derneğe gitmek, solcu arkadaşlarıyla bitmek tükenmez politik
tahliller yapmalarıydı. Yüzde doksanı darbe sonrası buraya gelen mültecilerdi.
Heran dönme isteği ile Almancaya boşverdikleri gibi, meslek bile öğrenmemişler.
Birgün Doğu Almanya’daki yaşam üzerine bildik kalıpçı sosyalist teorilerini
sunduklarında dayanamamış, ‘Sizler niye bu kapitalist cehennemi terk edip, Doğu
Almanya’ya gelmediniz. Batı Berlin’nin bir nevi kerhanesi durumuna gelen şehirin
Doğu kısmına, Batı Markı’nı bire beş bozarak eğlenmeye geliyordunuz... Sözünün
burasında durmuş, bakışlarını masanın öbür tarafında oturan kocasına, ‘sende
onlardan biriydin herhalde’ der gibi bakmış, Kenan ise renk vermeden,
tartışmaya katılmadan önüne bakarak dinlemişti. Oysa evde yalnız kaldıklarında,
Doğu Almanya’nın ‘nimetlerinden’ dem vurur, kafa ütülerdi. Kimse bizim neler
çektiğimizi sormuyordu. Evet, çalışana iş çoktu, ancak temel gereksiimlerimizi
zor sağlıyorduk. Gazeteler hep birbirinini aynı şeyleri yazıyorlardı. Sesini
çıkaran da gizli polisin sorgu odalarında soluğu alıyor, ülkeyi terk etmek
istiyen vatan hainliği ile suçlanıp, hemen işten atılıyor, yıllarca süren gidiş
işlemleri tamamlana kadar süründürülüyordu. Sürekli bir sıkıyönetim.’ Sözleri
üzerine Kenan da dahil hepsi susmuş, dakikalarca süren sessizliği kantine bakan
Mehmed’in getirdiği çayların kaşık sesleri bozmuş, kendisi hariç, masadakilerin
hepsi kaynar çayı höpürtederek içmişti. Bir daha da onun yanında kimse ‘real
sosyalizm’ lafını etmemiş, kendisi de sıkça derneğe uğramamış, kocasının
ısrarlarına karşı koymuştu. O zamanlar yeşildi, şimdi ‘Anne’ lakaplı kadın
başbakanı tutuyordu.
Dara dükkanı daha yeni açmış, çay için ısıtıcıda su kaynatmakla uğraşıyordu. Dükkana birisi girince öten sinyalin sesi ile kapıya doğru döndü. İçeri girenin Simon olduğunu görünce, İngilizce seslice bir Good Mornning çekti. Kendisine yaklaşmakta olan gence çay içme teklifi yaptı, daha cevap gelmeden önünde duran fincanlardan birine bir ‘earlgrey’ poşeti alıp sandalyelerden birine oturdu, ‘sabah, sabah hayrola’ dercesine baktı. Simon onu bekletmeden söze girdi.
‘Teklifiniz haala geçerliyse, yanınızda çalışmak istiyorum.’
Cümlesini duyan İranlı gülümseyerek,
‘Neden olmasın, sen dürüst birine beziyorsun, zaten o pantolonları da seni
denemek için verdim. Ben kararımı o gün vermiştim. Eğer parayı ödemek için,
veya iş sormak için gelirse evet diyecek, çalışmak istemese de, dürüst biri
olduğun için parayıda almayacağım. Yeniden Wellcam. Senin adın ne?’
Bu apansız ‘sen’ sözü Simon’u sarstı. Bu yabancılar, sanki Almanca’da siz
diye bir kelime yok gibi karşılaştıkları herkese böyle hitap ediyorlar
düşüncesi ile uğraşırken, Dara sorusunu yineledi.
‘Adını söylemiyecekmisin?’
‘Simon...benim adım’ acaba babasının kendisine taktığı Kürtçe ismini de
söylemeliymiydi!
‘Yahudi ismi, ailen Jahudimi?’
‘Hayır, zaten isimlerin çoğu Jahudi kökenli...’
‘Benimki değil, hakiki İran ismi...Dara.’
‘Anlamı ne?’
‘Ağaç, ancak kökleri sağlam, derinde anlamında.’
‘Kökleri derinde ağaçla’ haftada iki gün çalışmak üzere anlaşmışlardı.
Patronu ona müşterilerle nasıl konuşulacağını, malları överken abartmaması,
dükkana her türlü insanın gelebileceğini söyleyerek, sabırlı ve sakin
davranmasını, her hangi bir soygun durumunda direnmemesini, paranın her zaman
tekrar kazanılacağını, giden canın yerini doldurmanın mümkün olmadığını
tembihlemiş, öğleyin pasajdaki pizzacıdan getirilen pizzayı meyvasularını
yiyip, içtikten sonra uğurlamıştı onu.
Simon ortalıkta fazla dolaşmadı, evde onu bilgisayarı bekliyordu. Bir de Margit’in eleştiri oklarının hedefi olmamak için, dün unuttuğu dört tane altılık su paketini almalıydı giderken. Meretler ağırdı, neyseki babasının arabası birkaç gündür evin önündeki park yerinde duruyordu.
Alışveriş merkezinin bulunduğu meydana çıktı. Daha iyi bakmak için
gözlüklerini çıkarıp, beyaz tişörtü ile silmek için durdu. Ortalık bu sıcakta
bile insan kaynıyordu. Kendi yaşıtları yabancı gençler gruplar halinde,
amaçsızca turlarken, küçük çocuklar gibi birbirlerine vuruyor, bağırarak konuşuyorlardı.
Daha yirmisinde bile olmayan başı kapalı genç kadınlar enaz üç çocukla ortalıkta, dolanıyor, tüketim
gemisine doğru bebek arabalarını sürüklüyor, ellerinden tuttukları çocukların
ağlama, vıyaklamalarına arada bir kendi dillerinde bağırarak azarlıyorlardı.
Bir iki dakika susan çocuk, bu defa yeniden ve yüksek perdeden başlıyordu.
Simon sanki başka bir dünyadaydı. Biran önce metroya inmek için hızlandı. Tam
girişte, karşıdan gelen bir grup karakafalı gençlerden ikisi ona çarpıp, gene o
gürültülü halleri ile arkalarına bakmadan yürüdüler. Ne bir özür, ne pardon.
Nerdeyse yere düşüreceklerdi. Dikkatlice yürüyen merdivenlere doğru yürürken,
lisede de böyle tipler çoktu, yapacak bir şey yok diye düşündü. Trenin
gelmesine henüz sekiz dakika vardı. Önünde dikildiği gazetecideki o günün
başlıklarına göz gezdirdi. Almanya’nın en çok satan bulvar gazetesi ‘Resim’
deki iri puntolarla atılan, ‘Her üç Suriyel mülteci iş buluyor’ başlığını
okuyunca, ‘Yalancı basın’ diye bağırdı. Bakışlar ona dönmüştü. Kimisi gülüyor,
bazıları ise işaret parmaklarını alınlarına götürerek, ‘kaçık’ işareti
yapıyorlardı. Söylediğinin farkına varınca kızardı. Sırtından ince bir ter
akmaya başladı. Bu Nazilerin Alman basınına karşı yürüyüşlerde attıkları
sloganlarıydı. Ya birkaç metre ileride dikilen, giyimi ile bir anarşişti
andıran şu iki genç Alman kendisini ‘’Pis Nazi’ diyerek temiz bir dövselerdi.
Neyse oralı olmamışlardı. Ya aldıkları esrarla işin farkına varmamış, ya da
duymamışlardı. Etrafına bakarak, perona yaklaşan trene yürüdü. Yerine
otururken, ‘hep bu takıntılarım yüzünden. İlaca gerek kalmadı, ancak haala olur
olmaz yerde ve zamanda içimden geçeni yüksek sesle alenen söylemeyi
engelleyemiyorum. Daha dikkatli olmalıyım’ diye kendi, kendine mırıldanırken o
anda içeriye girmek için çocuk arabasını içeriye sokmakta zorlanan bir Afrikalı
kadına kalkıp yerdım etti. Tren kalkma sinyali verip, kapılar kapanırken,
kendisine gülümsiyerek teşekkür eden genç anneye oturması için yerini verdi.
Devamı var
Kommentare
Kommentar veröffentlichen
Görüş