Öykü
SİMON
Yusuf MİRZANLI
Kentin bu Kuzey ilçesi Nuhun Gemisi’ne benziyordu. Başkent’e akın eden
yabancıların büyük kısmını teşkil eden Doğu Avrupa’nın köylüleri, Suriyeli akını sonucu, sokaklardaki görüntüleri, konuşmaları ile, semtteki Anadoluluların oluşturduğu
çoğunluk artık farkedilmiyordu. Bir kilometre uzunluğundaki anacaddeninin
üzerindeki dükkanların üçte ikisi göçmenlerin elinde, buna hergün yenileri
eklenmekte. Her marketin önünde Romanlar oturmuş, bazıları vücütlarındaki
sakatlılıkları sergiliyerek, her yaştan kadınlar sızlamalı bir sesle Almanlara
İsa ve annesinin adını, Müslüman olduklarına kani getirdiklerine selamun
aleykümlü sözleri bıkıp, usanmadan tekrarlıyarak o kadim meslekleri olan dilenciliği icra
ediyorlardı. Tepenin üzerindeki küçük parkta ise, genç erkekleri içki içip,
aralarında şakalaşarak sohbet ediyor. Yere atılmış çöplerle, plastik
şişelerle, yabancı marketlerin loğosunu taşıyan, yoldan geçen arabaların
havalandırdığı plastik torbalar sağa sola savrulup, her seferinde gençlerin
arabalarından gelen korna, arabesk müzik eşliğinde birkaç metre ötelere rengine
göre bir karga veya martı gibi, bir iki dakika sonra tekrar havalanmak için konuyor. Sokak aralarında konumlanmış, bir
zamanlar semtin işçilerinin, yorgun bedenlerini bir iskemleye atıp, birkaç bira
içtiği birahanelerde, artık Bulgar, Ukraynalı ve diğer Doğu Avrupalı kadınlar
pazarlanmakta. Arka Avlulara açılan eski, bakımsız, güneş görmeyen katlarda da
aynı mesleği Araplar ve diğerleri icra ile meşgul.
Şehirlerarası trenlerin ve metronun bulunduğu üç katlı, çok raylı büyük
istasiyonun yanıbaşında bulunan beş katlı, bir stadium büyüklüğünde, onlarca
mağaza, dükkanın yeraldığı alışveriş merkezinde bulunan gözlükçüden, yeni gözlüklerini
alıp biran önce bu karmaşalıktan kurtulup, daha sakin, düzenli semtine kapağı
atmak için sabırsızlanan Simon, dışarıdan içeriye doğru esen bunaltıcı sıcak
havayı soluyunca, bu serin ortamı biraz daha yaşamak için, yüzlerce kişinin
konuşmalarının oluşturduğu gürültü içinde amaçsızca gezinirken, kot giyecekler,
tişört, spor ayakkabılar satan, ünlü bir kahve markasının dükkanının yanında bir
sığıntı gibi yerleşmiş küçük dükkanın vitrinin önünde durdu. Tanınmış sporcu ve
oyuncuların giydikleri, her biri nerdeyse aldığı üniversite yardımının dörte
birine tekabül eden fiyatları görünce, bu yoksul semtte kim bunları alıyor diye
içinden geçirerek etrafına bakınca, o anda kendisine sürtünerek geçen
kalabalıktan birçoklarının üzerinde benzerlerini görünce saşırıp, kendi
üzerindeki elbiselere baktı. Enaz iki yıllıktı hepsi de. Kendisinin veya
annesinin ucuzluk zamanlarında aldığı kaliteli ancak hiçbiri de tanınmış marka
değildi. Önünden akan her yaştan insanın üzerlerinde gururla taşıdığı bu
markaların taklit olduğuna kanaat getirdi. Fakültede de benzerlerini her gün görmek
mümkündü. Kendisinin marka takıntısının, arkadaşları gibi o kahve senin, bu
disko benim dolaşmadığını hatırlayınca derin bir soluk aldı. İki yıldır
harçlardan kalan parayı biriktirmiş, motorsikler ehliyeti yapmakta olup, uygun
bir iş bulunca, biriktireceği meblağla da kullanılmış bir motor alacaktı. Tam gitmek üzere ana çıkışa yönelmek için
olduğu yerde dönünce, arkasından tok bir sesle kendisine hitap edildiğini duyunca
vitrine doğru döndü. Karşısında saçları kırlaşmış, uzun burnu, esmerce teni,
hafif göbekli, ancak kendisinin iki
metreye yaklaşan boyunun omuzuna yetişebilen, babasını andıran adam onu içeriye
davet ediyordu. Daha cevap vermeye bile fırsat bulmadan, kahverenkli gözleri
ile gülen satıcı,
‘Buyur genç, sizin boyunuza göre de pantolonlarımız mevcut.’
‘Teşekkürler...benim yeterince elbisem var.’
‘Fiyatta anlaşırız...’ diyerek ısrar eden bu adamla biraz da, meraklanarak,
heran geri dönecek ihtimali ile bir iki metre dükkanın içine doğru ilerledi. O
anda kasanın sağ tarafında bulunan yuvarlak cam masanın ve iki kahverengi
katlanabilen sandalyenin üzerindeki birbuçuk litrelik su şişesine uzanan adam,
‘Dışarısı kavruluyor, insanlarda...bir bardak suya ne dersiniz?’
Simon, satıcının bu sözlerle kendisini tuzağa düşürüp, birşeyler satmak
istediğini düşünerek teklifi rededip, biran önce ne gösterecekse göstersin diye
içinden geçirip, böyle durumlarda gözlüklerinin arkasında biriken ter
taneciklerini silmek için bir elinde siyah, dört köşeli gözlüğü, pantolonun
cebinden çıkardığ kağıt mendille gözleini silerken adam bıraktığı yerden,
elinde tuttuğu beyaz, büyükçe fincan ve su şişesi ile kendisine doğru bir adım
daha atarken,
‘Gördünmü, suya ihtiyacın var, inat etme de iç. Merak etme şişeden içmedim,
fincan da temiz...’
O anda kendisine hiç tanımadığı bu insanın sen diye hitap etmesine ne cevap
vereceğini düşünerek, yabancıların sanki Almancada’ Siz’ diye bir söz yokmuş
gibi hitapetmelerine sinir oluyordu. Önünde buzdolabından yeni çıkmış olduğu
belli olan sudan doldurulmuş fincanı adamın elinden aldı. Tam başına dikip
içecekken, sanki bu anı bekliyormuş gibi, boş kalmış sol eli ile satıcı ona
biraz daha yumuşak, babacanca bir tonda oturması için sandlyelerden birini
gösterdi.
Simon, bakalım bu ikramın sonu nereye varacak diye içinden geçirerek buz
gibi suyunu ağır, ağır, yudumlarken adam ona kaç yaşında, ne iş yaptığını
sorup, ondokuz yaşında, üniversitede fizik okuduğunu duyunca, henüz elinde
tuttuğu cam şişe içindeki sodalı sudan kendinede doldurup, şişeyi yavaşça cam
sehpanın üzerine indirip,
‘Bravo, senin yaşıtın gençlerin çoğu sokakta sürterken, bu zor bölümü
seçmen ilginç. Akıllı birine benziyorsun. Benim bir yardımcıye ihtiyacım
var...’
Karşısında oturan düşünmesi gerektiğini söyleyip susunca, sanki bir çalının
üstünde oturuyormuş gibi durmadan pozisiyon değiştien adam, suyunun kalan
kısmını bir dikişte içip, bir dakika deyip yerinden fırlayıp,sıra,sıra dizili
textillerin içinde kaybolup, birkaç dakika sonra elinde iki değişik marka
pantolonla Simon’un önünde dikildi. O anda demek tüm bunlar bana pantolon
satmak içinmiş, hem de iki tane birden diye geçirip, kızgın, ancak belli
etmeyen bir hızda yerinden kalkıp,
‘Su için teşekkürler, benim birşeye ihtiyacım yok.’
Elindekilerle karşısında duran satıcı gülümseyerek, babacan bir sesle,
‘Sana zorla birşey satmak istediğimi sanma... seni sempatik, çalışkan bir
genç olarak görüyorum. Bunlardan birini sana vermek istiyorum, üstündeki
pantolanların rengi atmış. İster bana maliyetini, paran olunca ödersin, yoksa
benden sana hediyem olsun. Belki de benimle çalışırsın, o zaman da ödeşiriz.’
Simon, satıcının neredeyse zorla eline tutuşturduğu, üzerinde ünlü bir
ayakkabı markasının logosu bulunan naylon torba metronun uzun merdivenlerini
hızla inerken, hediyeyi almakla doğru yapıp yapmadığını, aynı zamanda da adamın
niyetinin ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Basamakların sonuna yaklaşırken,
bir sarı tırtıl gibi perona yaklaşan treni görünce koşmaya başladı, tam
kapıdan içeri adımını atınca, son anda çıkan, kulağında kulaklıklar, elinde cep
telefonu ile meşgul, uzun siyah saçları omuzuna dökülmüş genç bir kızla çarpıştı,
kapanmakta olan kapıdan kendini içeriye zorla atarken ağzından bir sorry çıktı.
Sinyal eşliğinde kapılar kapanırken kızın arkasından baktı. Hiç te oralı
olmamıştı bu dişi yaratık. Belki de duymamıştır! Bu yabancı kızlar niye
saçlarını bu kadar uzatıyorlar diye içinden geçirirken, oturmak için boş yer
arandı.
Kommentare
Kommentar veröffentlichen
Görüş